5 Aralık 2014 Cuma

Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa

Genç oyun yazarı Gökhan Erarslan’ın yazdığı ‘Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa’ oyunu ismi itibariyle dikkatimi celbetmiş olup kimdir yahu bu Ahmet Vefik Paşa diyerek Küçükçekmece Sahnesi’ne yollanmama sebep oldu. Yoğun ve yorucu bir günün sonunda bu sıkıcı ismin canımı biraz daha sıkacağı endişesini taşıyarak yola çıkan ben, bilet parasından da fazla taksi parası verdikten sonra, ve saat tam 20.00’ı vurduğunda salonda yerimi almış bulundum. (eminim birileri hiç şaşırmadım diye geçiriyor içinden ve bıyık altından gülüyor şimdi) Gelgelelim Osmanlı Dönemi’nde 16 dil bildiği rivayet edilen, sanatsever bir devlet adamı yaşadığını öğrenmek bile beni keyiflendirdi.



Osmanlı Ermeni tiyatro oyuncusu Tomas Fasulyeciyan ünlü bir tiradında şöyle der: ‘Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider..’ İşte Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa oyun hep devam etsin ki bu sözler unutulmasın mottosuyla hareket ederek bir tiyatro açıyor ve topluma tiyatro kültürü aşılamaya çalışıyor. Bu süreçte devlet ve kamu içinde sivrilen yobaz zihniyetle mücadele ederek tiyatro binasını ayakta tutmak için İstanbul’da yıktırılan Gedikpaşa tiyatrosunun oyuncularını da getirten Vefik Paşa, sahnelenecek oyunların provalarından dekoruna kadar her şeyiyle ilgilenerek seyirci koltuğunu doldurmak uğruna makam koltuğundan olmayı göze alıyor.


Geniş bir oyuncu kadrosuna sahip olan oyunda tüm oyuncuları gerek oyunculuk gerekse senkronizasyon anlamında, ki bu yeteneğin yanı sıra iyi hazırlandıklarının da bir göstergesi olduğundan, tebrik etmek lazım; ancak biri var ki şivesiyle, mimikleriyle ve beden diliyle ön plana çıkarak Paşa karakterinin ağırlığını bile ezip geçiyor ve oyunu alıp götürüyor. Bu yüzden Cem Zeynel Kılıç’a ayrıyeten tebriklerimi sunuyorum.

Sahneye gelecek olursak, Osmanlı dönemi motiflerini taşıyan kostümler ve aksesuarlar oyunun içeriğiyle bütünlük oluştursa da arka fona yansıtılan Osmanlı tuğrası çok klasik duruyor. Onun kaldırılmasını ya da daha iyi bir dizaynla çok da göze batmadan yerleştirilmesini arzu ediyorum. Oyunda kullanılan müzikleri ve orkestranın canlı performans sergilemesini de sahneyi güçlendirmek adına çok başarılı bulduğumu söylemem gerekir. 


‘Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa’ sıkılmadan izleyeceğiniz ve eğleneceğiniz güldürmeli ve göndermeli bir oyun; ama hepsinden önemlisi özellikle şehir tiyatrolarının kaldırılmasının gündeme taşındığı, birçok oyunun sansür sınavına tabi tutulup baskılara maruz kaldığı şu son birkaç senede bize 'örnek bir devlet adamı nasıl olunur’u hatırlattığı için ‘doğru zamanda yapılan doğru bir iş’. 


Not: O ne tatlı bir hakarettir sizi gidi  'abuş'lar :G


1 Kasım 2014 Cumartesi

Bana kendi dilinden

Bana kendi dilinden bir şarkı söyle 
Kimin adına olursa olsun 
Yeter ki çığlığın senin olsun 
Sesine dökülsün isyanın 
Sesin sel olsun bağırsın 

Bana birşeyler söyle 
Ama kendi dilinden olsun 
Belki anlamam dediğini 
Ama senin dilinden olsun

                                            Yılmaz Güney




21 Eylül 2014 Pazar

'Hey Cesur Yeni Dünya'

"O, wonder!
How many goodly creatures are there here!
How beauteous mankind is! O brave new world,
That has such people in't!"

Shakespeare 1610’lu yıllarda yazdığı Fırtına adlı oyununda Miranda’ya bu sözleri söyletir. Yıl 1932’ye geldiğinde ise Miranda’nın sözlerinden etkilenen Aldous Huxley bir distopya yaratarak ona şu ismi verir: Cesur Yeni Dünya  

Cesur Yeni Dünya’nın anlatıldığı zaman dilimi F.S 632 yani Ford’tan 632 yıl sonrasına tekabül eder. Bizlerin günlük hayatta ‘Allah ya da Tanrı’ sözünü yerleştirerek kullandığımız kalıplar Ford’a uyarlanarak “Ford aşkına, Aman Fordum” şeklinde karşımıza çıkar. Peki bu Ford kimdir? dediğinizi duyar gibiyim. Tahminde bulunanlar ise evet doğru bildiniz. Avrupa ve Kuzey Amerika’yı saran dokuz yıl savaşlarından sonra yeni kurulan Dünya Devleti’nde tanrı ve tanrısal öğretiler ‘kasa’ya kilitlenmiş, Amerikalı otomobil üreticisi Henry Ford ve onun yayınları raflarda yerini almıştır. Aldous Huxley, herkesin çekindiği ’kutsal Fordhazretleri’ imgesiyle sanayi devrimi sonrası hızla ilerleyen Amerika’yı bir tehdit unsuru olarak gördüğüne ve bilimin eninde sonunda tüm dünyayı ele geçirecek ve yönlendirecek güç olduğuna işaret etmiştir.

Dünya Devleti’nde artık uygarlığın nirvanasına ulaşmış olan topluluk, evlenmeyi, doğurmayı, anne-baba olmayı ilkel ve müstehcen bulduğundan insanlar yapay döllenme ve bokanovski, bir nevi tomurcuklanma, yöntemi ile çoğaltılarak kuluçkadan çıkarılır. Kuluçkadan çıkarılan bebekler ‘alfa, beta, gama, epsilon‘ şeklinde sınıflara ayrılarak iş bölümünün gereklerini yerine getirecek kadar zekaya şartlandırılır. Nasıl mı? Hipnopedya adı verilen uykuda eğitim yöntemi ile. Mesela bir epsilon moronu olarak dünyaya gelmeniz isteniyorsa ona uygun kalıpları siz uykudayken belli sıklıkta dinletirler. Hatta bir moron için bu kadar oksijen yeter diyerek az oksijen vermeleri bile mümkün:) Eğer Bokanovskileştirilebilen bir embriyodan doğduysanız da yüzlerce ikizinizin olması kaçınılmazJ

Kitabın başında kuluçka ve şartlandırma işlemlerinin gerçekleştirildiği Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi, KŞM, başkan Mustafa Mond tarafından yeni gelen öğrenci grubuna tanıtılır. Henüz kitabı yazmadan İngiltere’deki en büyük üretim merkezlerinden biri olan Imperial Chemical Industries’i gezen Aldous Huxley, KŞM’yi bu gezintiden esinlenerek tasarlamıştır. Seçtiği Mustafa Mond ismi ise Imperial Chemical Industries’in ilk başkanı olan Sir Alfred Mond’a bir göndermedir.

Devletin çizdiği “cemaat, özdeşlik, istikrar” çemberinde bireyler ‘birey’ olma bilincini kaybederek seri üretim robotlarına dönüşürler; ancak diğer distopyalardan farklı olarak Devlet herkesin mutlu olmasını sağlamıştır. ‘1 gramı bin musibet savuşturur’ diyerek dağıtılan ‘soma’ tabletleri ile keyfi yerine gelen, ‘herkes herkesindir’ anlayışıyla cinsel dürtüleri tatmin edilen bir topluluğun hayatından şikayet etmesi pek de beklenemez. Ancak bir fabrikada nasıl ki üretim hataları kaçınılmazsa burda da ‘kanına alkol kaçtığı için’ sorun çıkaran ya da ‘uyku hastalığı aşısı’ unutulduğu için tripanazomiden hayatını kaybedenler yok değil.

Aldous Huxley söylemek istediklerini gerek doğrudan gerekse atıflar yaparak ama okuyucuya tokat atarcasına bir etkiyle anlatıyor. Kitabın sonuna doğru gerçekleşen Mond ile Vahşi arasındaki diyalog uygarlık-ilkellik çatışmasını iki taraflı gözler önüne sermek açısından önemli. Şiddetle okunmasını tavsiye ettiğim bu romanda üstünde durulmaya değer çok fazla nokta olduğundan burada kesiyorum. Bir parça merak uyandırabildiysem ne mutlu bana!

Not: Ama bokanovskileştirilemeyen bir embriyodan doğarsanız genotipinizin tek sahibi olabilirsiniz:G





26 Temmuz 2014 Cumartesi

'Çiftdüşün'



“Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cehalet güçtür” sloganıyla yola çıkan bir Parti ne kadar oy alırdı acaba? Ya da daha doğru bir soruyla, ne kadar tepki alırdı?J George Orwell’in kurduğu distopyayı yaşıyor olsaydınız muhtemelen buna karşı çıkacak düşünceniz, düşünceniz olsa bile cesaretiniz olmazdı; çünkü burası, Okyanusya, tamamen mantıksız gibi görünen bu söylemi Gerçek Bakanlığı aracılığıyla insanlara dikte ederek zihinleri kontrol altına alıyor ve olası karşıt görüşleri  ‘düşüncesuçu’ sayarak ölümle cezalandırıyor. Partiye hizmet eden Barış Bakanlığı bu ideolojiyi desteklemek adına savaş çıkarmak ve yürütmekle yükümlü, Sevgi Bakanlığı ise insanlara korku ve nefret aşılayarak düzeni sağlamakla. Peki kitabın daha ilk sayfalarında karşımıza çıkan bu çelişkili slogan ne anlama geliyor?

Bir atasözünde dendiği gibi "Düşmanımın düşmanı dostumdur”.  Eğer ortak bir düşmanımız varsa birbirimize daha fazla kenetlenir; benzer doğrultularda benzer gayeler taşıyarak hareket ederiz. Bu mücadele ortaklığı da kendi aramızda birlik ve barış halinde yaşamamızı sağlar. Bu yüzden “Savaş barıştır” .

Yine bir atasözüne göz kırpacak olursak "Sürüden ayrılanı kurt kapar”.  Bireysel bir hayat sürmek tehlikelere karşı daima tetikte olmayı gerektirir; ancak bağımsız hareket eden kişinin arzularına teslim olması ve başarısızlığa uğraması kaçınılmazdır. Kurallara bağlı kalarak toplulukla uyum içinde yaşayan kimse  ise güvenli bir ortamda yaşama şansını artırarak hayatını daha rahat sürdürür. Bu yüzden “Özgürlük, köleliktir”.  

Okyanusya'da olduğu gibi totaliter rejimler gücünü insanların cehaletinden alır; çünkü bilgili olmak farkındalığı, farkındalık farklılığı, farklılık ise ayrılığı getirir. Her ayrılık da örgütün güç kaybetmesi ve muhalif güçlerin doğması anlamına gelir. Bu sebepten ötürü otoritenin amacı insanları eğriyle doğruyu ayırt etme kabiliyetinden yoksun bırakarak yerini sağlamlaştırmaktır; yani “Cehalet güçtür”.


Not: George Orwell ne düşünerek yazdı, kendisini arayıp soramayacağımıza göre, farklı yorumlar getirmek mümkün . Baştan sona çelişkiler yaratarak sizi hayrete düşüren  iyi kurgulanmış bir kabusta gezinmek istiyorsanız 1984'ü okuyun derim; ama biraz canınızı sıkabilir, sonuçta bir kabus:G
Bkz. 'İki Dakikalık Nefret' J








3 Haziran 2014 Salı

Yaşamaya Dair

Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                       
                                                                                           Nazım Hikmet
                                                                                                          1947



2 Mayıs 2014 Cuma

Still I Rise




You may shoot me with your words,
You may cut me with your eyes,
You may kill me with your hatefulness,
But still, like air, I'll rise.
...

Maya Angelou



22 Nisan 2014 Salı

Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş



‘Yaşamak’ zahmetli bir iş midir gerçekten? Yoksa ‘yaşamak’a yüklediğimiz anlamların çokluğu mu yaratır tüm bu zahmetleri? Hani evim, arabam, sevgilim…. sonu bitmeyen zincirleme istekleri olan başka bir tür var mıdır insanoğlu dışında? Mesela sadece beyaz tüylü sarı benekli bir kediyle beraber olurum diyen bir kedi duydunuz mu? Ya da beneklerini kendine sorun eden bir dalmaçyalı? İşte en çok isteyen, hep daha fazlasını isteyen, elde ettiklerinden en çabuk sıkılan bizleri Hanoch Levin evlilik üzerine yazdığı kara komediyle karşılıyor.


Bir musluk şırıltısı… Yona’yı uyutmayan bir musluk şırıltısı, onu hayatını ve Leviva ile olan 30 yıllık evliliğini sorgulamaya iter. Neden bunca zamanını, hayatını, hatta yatağını bu kadınla paylaşmak zorunda kalmıştır? Onu gitmekten alıkoyan nedir; bağlılık, alışkanlık, korkaklık? Oysa geçen senelerin ardından artık karısının hangi durumda hangi tepkiyi vereceğini bile ezberlemiş, onu bayağı bulmaya başlamıştır. Zaten evliliğin ilk aylarında Leviva’ya duyduğu heyecanı yitiren Yona, karısının kültür ve sanat birikiminden yoksun haliyle ruhunu da tatmin edememiş, içinde bulunduğu evlilik kurumu onu iyice boğar hale gelmiştir.

Bir musluk şırıltısı… Leviva’yı horul horul uyumaktan alıkoyan bir musluk şırıltısı yerine Yona'nın yatağı fırlatmasıyla bir anda yere kapaklanması olur. O gece, kendisini terk etmeye hazırlanan kocasıyla yüzleşeceği uzun gecelerden birine uyandırılmıştır. Leviva, öyle çok sorgulayan, çok beklentileri olan bir kadın değildir ancak evliliğini sürdürmek istediği ve bunun için çaba sarf ettiği aşikardır. Bakalım Leviva’nın önerileri, tehditleri ve gözyaşları Yona’nın gidişine mani olabilecek midir? Yona bu kısır döngüden kurtulabilecek midir?

Oyun, evli çiftin yatak odası olarak hazırlanmış sahnede geçer. Kahramanlarımız pijama ve gecelikleri içinde bir kış gecesinde uyanırlar. Yona'nın, eşiyle olan diyalogları ve iç sesi psikolojisini anlamamıza yardımcı olur; ancak Leviva'nın içinden geçenleri aslında son sahnede yaptığı monologla anlarız. Işığın en etkili olduğu sahne de burasıdır. Kenarda duran kanepe,  Küçük Sahne’nin aksesuarı mı, oyunun mu bilemedim çünkü geçen hafta da aynı kanepe aynı yerde duruyorduJ Eve gelen davetsiz misafirin bile Yona ile Leviva’nın yataklarına çöreklendiğini düşünürsek kanepe sadece bana görünüyor da olabilir:G    

Oyuncuların performansına diyecek söz yok; metnin ve sahnenin zayıflığını hissettirmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Zaten Musa Uzunlar, Yona, bu kadar başarılı olmasa, oyun da tek perde 1saat 15dk’cık olmasa, Leviva’yı önce ben terk ederdim. Hayır zaten Hanoch Levin iki defa evlenmiş ve belli ki ikisinde de umduğunu bulamamış, ‘evlilik’e pesimist bir yaklaşım getirmesi normal, bizi neden soğutuyorsunuz? Evlenip 3 çocuk yapıp sonsuza kadar mutlu yaşama hayalleri kuran kaç milyon var bu toplumdaJ



Not: Devlet Tiyatroları kafası karışanlar gidip sıfırlansın diye ‘Lütfen Kızımla Evlenir Misiniz?’ diye de bir oyun koymuş, ilgililere duyurulur:G



13 Nisan 2014 Pazar

İki Şehrin Hikayesi


"O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşayabilmek için her şey vardı önümüzde ve yaşayabilmek için önümüzde hiçbir şey yoktu; hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk, hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o günler, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, o günlerin gelmiş geçmiş en iyi günler olduğunda ısrar ediyorlardı..."

                                                                                                           Charles Dickens




11 Nisan 2014 Cuma

Nice Yıllara


90’ların sonuna doğru, hani ben 7-8 yaşlarındayken, bir TV dizisinde tanıdım Defne Yalnız’ı; ama utanarak itiraf etmeliyim ki ismini yeni öğrendim. Eskiler daha iyi bilir Baskül Ailesi’nin sert mizaçlı Zerafet annesini, ya da Kaynanalar’ın tonton Döndü’sünü; ama çoğu onu sahnede görmemiştir, hem de tek kişilik bir oyunun kahramanı olarak, hem de 60’ını devirdikten sonra…



'Zerrin Karaman', zamanında pahalı olduğu hissedilen eşyalarla döşeli eski bir yalı dairesinde, son 7 yıldır mesleğini icra edemediği için kıt kanaat geçinen bir aktristir. O gün doğum günü olmasından ötürü elinden geldiği kadar hazırlık yaparak arkadaşlarını güzelce ağırlama telaşı içine girer, bir yandan da kulağı telefondadır acaba kim aradı, arayacak diye…
Zaman ilerledikçe, konukların geleceğine ya da dostların arayacağına dair beslenen ümit tükenmeye başlar. Sonunda kendinizi hayali bir doğum günü partisi içinde, Karaman’ın kalabalık yalnızlığını kutlarken bulursunuz. İçki servisleri, arkadaş çekişmeleri, sahte diyaloglar ne kadar gerçek bir kutlama havası yaratsa da aslında bu kandırmaca, kahramanın son oyunu, ‘Çok klasik biliyorum ama ne bilim insana umut veriyor’ diyerek adlandırdığı ‘Nice Yıllara’dır.
Bir stüdyo daire gibi hazırlanan sahnede yatak odası, oturma odası ve mutfak iç içedir. Duvarda asılı duran resimler, tiyatro afişleri, ve kulisi andıran aksesuarlar Karaman’ın geçmişinden ipuçları sunar. Medea’dan Leydi Macbeth’e kadar uzanan atıflar onun sanat birikiminin birer göstergesi olmasının yanında yalnızlığını paylaştığı öteki ben’leri olarak da karşımıza çıkar. İçinde bulunduğu yalan dünyada; hırs, rekabet, riyakarlık ve peşinden gelen yalnızlık, kahramanın gerçeğiyle kurmacasını hiç olmadığı kadar birbirine yaklaştırır.
Hikaye çok samimi, Defne Yalnız çok başarılı, özellikle karşısında biri varmış gibi konuştuğu sahnelerde gerçekten karşısında biri var zannediyorsunuz ki bu inandırıcılık, doğru zamanlama ve tecrübe değildir de nedir? Ama o telefon yok mu, o telefon çalacak diye karnıma ağrılar girdi, boğazım düğümlendi arkadaş. Tiyatroseverlerin bu oyuna gitmesini, düşünmesini, hem kendini hem de çevresini irdelemesini istiyorum.

NOT: Oyun sırasında Yalnız’ın okuduğu bir şiir var, sonunda şairin adını ve tarihi (1954) veriyor ancak ben ismi hatırlayamıyorum. Giden birisi bana o ismi yollarsa çok memnun olacağım:)




4 Nisan 2014 Cuma

Cimri


-Parola?
-
Türkiye’de en çok oynanan tiyatro oyununun sevgili Moliere’in ‘L’Avare’ orijinal adlı eseri olduğunu biliyor muydunuz? Tanzimat dönemi çevirileriyle sahnelenmeye başlanan bu oyunun ismi ‘Cimri’ desem bir yerlerden tanıdık gelir herhalde. En azından bunca zamandır birkaç yüz kişi bilet bulmak uğruna gişelerde nöbet tuttuğundan ama başaramadığından dert yanmıştır. İşte ben de bu sayısını tahmin edemediğim azınlığın içinde umutsuzca debelenir iken o görmeyi ummadığım sarı koltuklardan birine sahip oldum; ama…
Yok yok geç kalmadım, şükürler olsun ki bu sefer değil:) Sadece küçük bir hayal kırıklığı…


Harpagon, hani gözlerinde dolarlar yanıp sönen çizgi film karakterleri gibi iliğine kadar burjuvaziye batmış, tefecilikle kazandığı paralarını tüm insani değerlerden ve kimselerden, çocuklarından bile, üstün tutan bir adamdır ve altınlarının tekine dokunmak, Nejat Uygur’un Kabare’deki halısına basmakla eşdeğerdir. Bu kadar paraya tapan bir adamın, tek kuruş para harcamaya kıyamaması işten bile değildir. Öyle ki çocuklarını, hizmetkarlarını ve hatta atlarını bile sefalet içinde süründürür. O halde oyunun ilk Türkçe uyarlamasını ‘Pinti Hamit’ ismiyle yaptığı için Teodor Kasap’ı yargılamazsınız.
Moliere, ‘Cimri’de bir insanın cimriliğinden çok, parayı gözünde putlaştırmış bir adamın ona tapınmasını gözler önüne sererek, gerek aile ilişkileri gerekse çevre bağlamında ahlak anlayışını irdeleyerek aslında yaşadığı dönemi eleştiriyor. Trajikomik bir dille yaptığı bu eleştiri oyunun sonuna doğru her ne kadar aşırılıklar sergilese de eseri başarısız kılmaya yetmiyor.
Konu bize bu kadar aşina gelince, ister istemez beklentimizi yüksek tutuyoruz; daha coşkulu bir anlatım, daha güzel geçişler ve daha zekice espriler bekliyoruz. İşte hiç sıkılmadan izlememe ve oyuncuların performansını beğenmeme, çöpçatan Frosine’e bayıldım, rağmen oyunda bu ‘daha’ların hiçbirini bulamadım. Bu yüzden üzülerek klasik bir eserin ortalama bir yorumu diyorum.
Not: Yüksekliği değişkenlik gösteren merdivenleri ne sakarım ya kaçıncı takılışım dedirtmesine rağmen şu ana kadar gördüğüm sahneler arasında tartışmasız en rahat koltuklara ve en geniş koltuklar arası mesafeye sahip olanı Cevahir.
-Parola?
-Para




27 Mart 2014 Perşembe

Ölmeme Günü


Seçkin şair ve yazarların oturduğu bir rakı sofrasında ne kutlanır? Yeni bitmiş bir roman? Henüz karalanmış bir şiir? Peki ‘Ölmemek’ kutlanır mı mesela? Hem de her sene aynı gün ‘ölmemek’ e içilir mi?
Hala ölmediysen içilir tabi, İkinci Yeni’nin gücü aşkına:G


 

O gün Eski Rumelihisarı Lokantası bir İkinci Yeni buluşmasına şahit oluyor. Masada kimler yok ki, Turgut Uyar, Edip Cansever, Salim Şengil, Can Yücel….. Muhabbet koyulaşınca ‘Destina’ isimli bir hanım vücudunda dolaşan bir iğnenin varlığından bahsederek bu iğnenin kalbine saplanması korkusundan dem vuruyor. Bunun üzerine Turgut Uyar bir şişe rakı satın alarak şişenin üzerini masadaki arkadaşlarına imzalatıyor ve denilen o ki, imzalanan şişe Destina Hanım’a gelecek seneye kadar saklanması koşuluyla verilerek o gün hep beraber içilmesi tasarlanıyor.  Gerçekten de bir sonraki sene geri dönen bu rakı şişesi, hem bir kadının yaşama gücü hem de ‘Ölmeme Günü’nün başlangıcı oluyor. Bundan sonra her sene 26 Mart günü, açılmamış, imzalı bir rakı şişesi gruptan birine verilerek seneye kadar ‘sağlam kal’ması temenni ediliyor ve böylece 26 Mart 1985’e kadar süren ‘Ölmeme Günü’ kutlamaları, o sene içinde Turgut Uyar’ın ölümüyle son buluyor.
 
Son yıllarda Turgut Uyar sıkılmış olacak ki dostlarının rüyalarına girerek bu geleneği yeniden canlandırmaya çalışıyormuş, ben de bu bahaneyle aynı masada oturmak isteyeceğim şair abilerimi yad edeyim istedim. Yarını bilmem ama ‘26 Mart 2015 Ölmeme Günü’nde tekrar buluşmak dileğiyle… Cemal Süreya’nın dediği gibi: “Özgürlüğün geldiği gün… O gün ölmek yasak”
 
 
 
 

23 Mart 2014 Pazar

Jüri

                                         
"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, 
                       Birinciliği beyaza verdiler."
 
 
-All colours would become dirty with the same speed,
They gave the first to white-

 
Özdemir Asaf




 

27 Şubat 2014 Perşembe

İsterdim



Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim aynalardan evvel

(I would like to remind the beauty to a beautiful before mirrors)

                                                                 Muzaffer Tayyip Uslu




27 Ocak 2014 Pazartesi

Gurabahane-i Laklakan


Bikaç sene evvel ismini vermemi istemeyecek bir arkadaşım muhabbet edebileceğimiz bir grup kurmuştu. Grup ismimiz böyle 'laklak edenler kulübü' ya da 'gevezelik edenler grubu' en fazla 'bahanesi konuşmak olanlar' gibi şeyler canlandırıyordu kafamda ama ne olduğunu hiç kurcalamamıştım. Zamanla o grupta konuşmaz olduk, bazı arkadaşlar da aramızdan ayrıldı ama ben inatla o grubu kapatmadım; çünkü ismini çok seviyordum. Geçenlerde yine açtım ve kafama dank etmiş olsa gerek ki bu ismi arama motoruna yazdım. ‘Gurabahane-i Laklakan’ ne demek?
- Osmanlı döneminde Bursa’da göçmen kuşların ve leyleklerin tedavisini yapmak üzere kurulan dünyanın ilk hayvan hastanesi. Kelime anlamı  ‘düşkün leylekler evi’.  

Nasıl mı hissediyorum şuan?  İyileşmemekte direnen gariban bir leylek gibi :G ama sevindiğim bir nokta var ki aramızdaki tek deli ben değilmişim




24 Ocak 2014 Cuma

İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı


Tek kişilik oyunlar risklidir; çünkü oyunun kaderi tek bir oyuncunun elindedir. Onun, sıkıcı boşluklara mahal vermeyecek kadar seri konuşması,  vücut dilini çok iyi kullanıp sahneyi doldurması, herhangi bir hata anında da kendini çabucak toparlaması gerekir ki seyirci oyundan kopmasın. Eğer metin ve metiniçi geçişler yeteri kadar başarılı değilse oyuncunun yeteneği de gölge altında kalabilir ve bu sebeplerden ötürü genelde tek kişilik oyunlarda yıllarca sahnenin tozunu yutmuş, kendini ispatlamış isimler görürüz. İşte İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı  tüm bu sorunların üstesinden gelmiş ve önyargıları yıkmış görünüyor.





2001 senesinde Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin henüz askerden dönmüş ve iş arayan bir meteoroloji mühendisi üzerindeki etkisi Ali Cüneyd Kılcıoğlu tarafından mizahi bir dille kaleme alınmış ve Berkay Tulumbacı’nın hayranlık uyandıran oyunculuğuyla adeta bütünleşmiş. Oyunda gündelik hayatta sıklıkla tanık olduğumuz işe başvuru, bekleme ve alınma süreçlerine yapılan eleştirinin yanı sıra işsiz bireyin psikolojisi üzerinde ailenin ve toplumun tutumunun nasıl rol oynadığını da görmek mümkün. Kahramanımız, ‘ikinci dereceden işsizlik yanığı öldürmez; ama ciddi hasarlar bırakır’ diyerek onu akıl sağlığının sorgulanmaya başladığı evreye getiren süreci özetliyor. Akıl hastanesinde  sırasını beklerken her yanan numaranın ardından Türkiye’nin ekonomik durumunu bildiren kahraman, o sıralarda başına gelen talihsizlikleri canlandırıyor. Aynı esnada kelebek kanadı figürlü sahnenin ortasında beliren hikayenin karikatürize edilmiş resimleri hem oyuncunun anlatımına destek çıkıyor hem de  seyircinin kafasındaki mizahi algıyı güçlendiriyor. Işık ve ses efektleriyle oyuncu arasındaki zamanlama uyumu da değinilmesi gereken başka bir husus. Mimiklerini dahi tam sırasında kullanan Tulumbacı, böylece bize ne kadar iyi hazırlandıklarını ispatlıyor.


Gel gelelim, Küçük Sahne için aynı övgüyle bahsedemeyeceğim. İsmiyle paralel doğrultuda gerçekten de ‘küçük’ olan sahnemizde orta sıraya geçmek için neredeyse oturanların üstünden atlamak gerekiyor. Hemen 11'in yanında da 12 var deyip oturmadan tahta sıraların numaralarının kontrol edilmesi gerekiyor zira toplamda 13 sıra olduğundan 13 ün uğursuzluğunu yok etmek için midir nedir bir taraf çifter çifter diğer taraf  teker teker ilerleyerek 13'ü ortalarına alıyor:) Sonuçta Küçük Sahne’nin kış günü 30 dereceye varan sıcaklığında bizi eritme politikası bile eğlenmemize mani olamıyor. 
İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı hakkında tereddütleriniz varsa hiç düşünmeyin ve bilet alın şayet severseniz bir alkış da benden taraf yollayın:G





18 Ocak 2014 Cumartesi

Mavi Gözlü Dev



13 Temmuz 1913… Balkan Savaşı kaybedilmiş, düşman Çatalca’ya kadar ilerlemişti. İlk kez tattığı yenilginin ateşiyle koşup kalemine sarılan Selanikli çocuk henüz 11 yaşındaydı. O yıl Mekteb-i Sultani’de, namı diğer Galatasaray Lisesi, ortaokula başladı.


Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit


Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın, Nazım’ın denizciler için yazdığı “Bir Bahriyelinin Ağzından” şiirinden etkilenmesi, Romantik Devrimci’ye Heybeliada Bahriye Mektebi’nin kapılarını açan anahtar oldu; ancak  ne sağlığı ne de karakteri subay olmasına elverişliydi.


Musikim düdük
Hayatım deniz
Biz deryada gezeriz
Bize derler Turgutoğlu
Yakarız yıkarız biz cihanı
Ölüm karşımızdadır anbean
Vatan uğrunda ederiz feda-yı can
Topumuzdan çıkan gülle
Eder her tarafı tarümar
Vatan uğrunda feda-yı cana
Benim gibi çok kişiler var 


1920’de Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada “Bir Dakika” adlı şiiriyle birinci oldu.

Bilemem nasıl oldu geldi ki öyle bir an
Yenilmez bir haz duyup denize atılmaktan
Kurtulmak ne kolaymış faniliğimden dedim
Doğruldum atılırken bir dakika titredim

Bir dakika sonsuzluk doldu taştı gönlümden
Bir dakika bir ömrü kurtarmıştı ölümden.


İstanbul’un işgali’nin ardından gençliği milli mücadeleye çağıran mısraları Mustafa Kemal Paşa’ya kadar ulaştı.


“Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız.”


Şiirlerinin gördüğü takdir sebebiyle cephe yerine Bolu’da öğretmenliğe gönderilen Hikmet’in burada düşünce sistemi hoş karşılanmadı. Bunun üzerine arkadaşı Vala Nurettin’le gittiği Moskova’da ekonomi ve sosyoloji eğitimi gördü. İlk şiir kitabı 28 Kanunisani’nin yayınlanmasının ardından ülkeye geri dönerek Aydınlık Dergisi’nde yazmaya başladı.

Şiirleri, yazdıkları ve siyasi görüşleri yüzünden defalarca yargılanan, 12 yıl hapis yatan ve nihayetinde Türk vatandaşlığından çıkarılan Nazım Hikmet, kalan ömrünü sürgünde memleket hasretiyle geçirdi.


Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…


Nazım Hikmet’in sevdasını, zamanında kendisiyle aynı yolda yürüyen arkadaşları Kerem’in Aslı’ya duyduğu aşka benzetmiştir. Kerem, Aslı’nın mintanındaki düğmeleri her açtığında düğmeler tekrar iliklenir, birkaç kez denemesine rağmen çabaları sonuç vermeyince de bir ‘ah’ çekerek ağzından yayılan ateşle can verir.
Mavi gözlü adamı devleştiren de ona "Vazgeç bu sevdadan, görmüyor musun daha beter yakacaksın başını, fazla gelir sana bu yaşam tarzı" diyen eski yoldaşlarına verdiği Kerem Gibi yanıttır:


Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyorum.
Koşun
         kurşun
                erit-
                    -meğe
                            çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
                                                Kerem
                                                     gibi
                                                          yana
                                                                yana...
«Deeeert
             çok,
                 hemdert
                         yok»
Yürek-
        -lerin
kulak-
        -ları
              sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
                   Kerem
                        gibi
                              yana
                                    yana.
Ben yanmasam
                  sen yanmasan
                             biz yanmasak,
                             nasıl
                                   çıkar
                                          karan-
                                                  -lıklar
                                                      aydın-
                                                              -lığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyorum.
Koşun
         kurşun
                 erit-
                     -meğe
                             çağırıyorum.....



Yıl 2009… Bana ilerde ne olmak istiyorsun diye soran bir hocam Nazım Hikmet’in ‘Yaşamaya Dair’ şiirini okuyor ben de kendimi o “kocaman gözlükleri beyaz önlüğüyle bir laboratuarda insanlar için ölebilecek” olan kız çocuğu olarak hayal ediyorum. Hiç ölmeyecek gibi yaşayan ama ölmekten de korkmayan… Aklıma ‘Delikanlım’ geliyor, hani  yıldızları bir daha göremeyebileceğini düşünen Deniz Gezmiş’in kendini o delikanlıyla nasıl özdeşleştirdiği geliyor, bir daha seviyorum Nazım’ı… hakkında ne yazsam az geliyor o yüzden sadece ölmediği için doğumunu kutluyorum…







4 Ocak 2014 Cumartesi

September 1,1939


"...All I have is a voice
To undo the folded lie,
The romantic lie in the brain
Of the sensual man-in-the-street
And the lie of Authority
Whose buildings grope the sky:
There is no such thing as the State
And no one exists alone;
Hunger allows no choice
To the citizen or the police;
We must love one another or die."    
                                                             
                                                         W.H.Auden