21 Ağustos 2017 Pazartesi

Ebedi Barış


Kadıköy Tiyatro festivali kapsamında izleme şansı bulduğum ‘Ebedi Barış’, Immanuel Kant’ın aynı adlı eserinden ilham alınarak yazılmış bir Juan Mayorga oyunu. Kant’ın ebedi barışa ulaşmak için sıraladığı fikirlerin nezdinde ‘Ebedi barışın sağlandığı tek yer mezarlıklar’dır teması altında şekillenen oyunda, felsefi düşünceler, etik çelişkiler ve ‘mutlak iyi-kötü’ kavramlarının sorgulanışı oldukça başarılı bir şekilde karakterize ediliyor.


Terörle mücadele timi için çalışmayı arzulayan adaylardan son üçe kalmayı başarmış üç köpek bilinmeyen bir yerde belli testlere tabi tutulur. Kazanan anti-terör uzmanı olarak beyaz tasmanın sahibi olacaktır. Odin koku alma duyusu oldukça gelişmiş Rotweiler kırması bir sokak köpeğidir, John-John genleriyle oynanmış eğitimli ve güçlü bir melezdir. Immanuel ise son derece derin düşünen, felsefe bilen bir Alman kurdudur. Güçlü yönleri birbirinden bu kadar farklı olan köpekler, uygulanan testler sırasında verdikleri cevaplar ve tepkiler ile zayıf noktalarını da ele verir. Yaşanan çekişmede kötünün içindeki iyi, iyinin içindeki kötü ortaya çıkacak, kazanma hırsı uğruna yalan, iftira ve dalavere bir güç gösterisi eşliğinde sunulacaktır.

Juan Mayorga’nın titizlikle işlediği bu oyunda köpekler ve insanoğlu arasında kurulan metafor, karakter çözümlemeleri ve diyaloglar ile oldukça gerçekçi bir havaya bürünüyor. Antiterör uzmanı olmak için yarışan köpekler (bir işe alınmak için dil, yetenek, zeka ve sözlü sınavlara tabi tutulan bizler gibi) yüksek şiddetli ses ve titreşime karşı dayanıklılık, koku alma becerisi, algı, bilgi ve otokontrol seviyesi gibi testlere mağruz bırakılıyor. En son aşama olan sözlü mülakatta köpeklere şu can alıcı soru soruluyor: ‘Sana eşlik eden insan/gölge senin için ne ifade ediyor?’ Bu soruya verdikleri yanıtlara göre özünde sorumsuz ve vurdumduymaz olan Odin için ‘fark etmez’, akıl ve irade yoksunluğu çeken John-John için ‘bilmiyorum’, bilgisine erişmeden yorum yapmaktan kaçınan Immanuel için ‘tanımıyorum’ aslında oyun boyunca sergiledikleri davranışların birer özeti oluyor. Vaadedilen ‘beyaz tasma’ ise sembolik olarak beyaz yakalılar-mavi yakalılar ayrımını destekliyor.



Immanuel’in yaptığı felsefi çıkarımların en çok dikkat çekeni ‘Pascal’ın Tanrı Bahsi’. Fransız düşünür Pascal diyor ki tanrının var oluşu ya da olmayışı üzerine bir kumar oynayalım. Eğer tanrı varsa ve sen tanrıya inanıyorsan sonsuz bir evrende sonsuz bir kazanç elde edebilirsin. Eğer tanrı yoksa sen sonlu bir dünyada tanrıya inansan da inanmasan da kazancın/kaybın sonlu olur. Amma velakin tanrı varsa ve sen tanrıya inanmıyorsan sonsuz bir ızdıraba mahkum olursun. Bu durumda rasyonel düşünen her insan sonsuz bir azaba teslim olma ihtimaline karşı tanrıya inanmayı seçecektir. John Nash’in Oyun Teorisi’nin çıkış noktası da aynı temele dayanır. (Dört erkek arkadaş aynı sarışın kadından hoşlanıyorsa her birinin kazanması için nasıl bir yol izlemeleri gerekir?)

Oyundaki felsefi göndermelerden bir diğeri ilk defa Horatius’un şiirlerinde geçen ancak Kant ile özdeşleşmiş Latince bir deyiş. John-John’un itaatkar tabiatına ve öğretilenin dışına çıkamayan tutumuna karşı Immanuel’in dile getirdiği ‘Sapere Aude’. Yani ‘bilmeye cesaret et’. Kant bu sözü söylerken kişiden kendi aklını kullanma cesaretini göstermesini ister; çünkü aydınlanmanın özü budur. İnsan kendi suçu ile, başkalarının boyunduruğu altındaki söz ve eylemleri sebebiyle, düşmüş olduğu erginleşmemişlik halinden, ancak aklını kullanma kararlılığını göstererek içinde bulunduğu durumun bilincine vardığında çıkabilir. Olgunluk evrine giden yolda zihne yerleşmiş önyargılar, dinin empoze ettiği buyruklar ve devletin toplumu yönetmek için koyduğu kurallar aslında özgür düşüncenin önüne çıkan engellerdir. Bu yüzden ‘insanoğlu kural koymayı sever; ancak kuralları çiğnemeyi daha çok sever.’




Ebedi Barış, son derece özgün, akıcı ve seyretmesi olduğu gibi üzerine düşünmesi ve tartışılması da bir o kadar zevkli bir oyun. Sahnenin yalınlığı, kostümler ve ışıklar verilmek istenen gerilimli ve sahici havayla örtüşüyor. Odin, John-John ve Immanuel’e hayat veren Olgun Toker, Serdar Yeğin ve Baran Güler’i, yaşlı Labrador Burak Demir’i, ve sahibe Rüçhan Çalışkur’u müthiş performansları için tebrik ediyorum. Entropi Sahne’ye selam olsun:G

‘Birileri barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi!’


Not1: Oyun başladıktan kısa bir süre sonra Serdar Yeğin’in gerçekten de köpek olduğuna inandım ve hatta varlığı meçhul kamerayı ararken seyircilerin arasına dalıp bizi ısıracak sandım:G  

Not2: Skolastiklere hiç girmiyorum yoksa bu yazı bitmez:D 






13 Mayıs 2017 Cumartesi

Komik-i Şehir Naşit Bey

Bu sene şehir tiyatroları üstündeki ölü toprağını atıp hayata geri döndü. Bu uyanış, ya da diriliş mi desem, tiyatroseverlerin gözünden kaçmamıştır elbette ama sevmeyenler için bir teşvik olacağı kanaatindeyim. Komik-i Şehir Naşit Bey de sezonu kapatırken bu fikrimi güçlendiren oyunlar arasında yerini almış bulunmakta.




Oyun, saygıdeğer tiyatro ve sinema sanatçılarımız Adile Naşit ve Selim Naşit’in tuluat ustası babaları Naşit Özcan’ın hayatını konu alıyor. Tuluat, belli bir metne bağlı olmaksızın, doğaçlama ile şekillendirilen, bir sahne sanatı olduğu için oyuncunun laf cambazlığındaki marifeti ve pratik zekası büyük önem taşıyor. Saray orkestrası ve ortaoyunuyla başlayıp çeşitli tuluat topluluklarında devam eden kariyeriyle Naşit Bey de ustasından devraldığı ‘Komik-i Şehir’ ünvanını bu başarısına borçlu. Öyle ki kendisine ‘Sultan Abdülhamit’i bile güldüren adam’ lakabı takılmış.




Komik-i Şehir Naşit Bey’de yazar Gökhan Erarslan daha çok sinemanın tiyatroyla rekabet ettiği bir düzlemde Naşit Bey’in yaşadığı maddi ve manevi sıkıntılara odaklanıyor. Gerek kumpanyada çalışan arkadaşlarının ve mekan sağlayıcıların daha kazançlı ve daha az zahmetli olan sinemaya yönelmeleri, gerekse seyircinin tiyatroya olan ilgisinin azalması Naşit Bey’i kaygılar ve vesveseler dünyasına itiyor. Ülkenin dört bir yanından topladığı alkışlardan sonra ‘saray şaklabanı, hokkabaz’ gibi damgalar yemeyi gururuna yediremeyen Naşit Bey’in sağlığı giderek bozuluyor. Kumpanyanın kapatılmasıyla birlikte çektiği parasızlık yüzünden Milli Piyango bileti satma işine girişen Naşit Bey, kaybettiği itibarın ve refahın da etkisiyle ilerleyen ruhsal bunalımı sebebiyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesine yatırılıyor.

Anne ve babası doktor olan Naşit Bey’in çocuklarından beklentisi ise, belki aynı zorluklarla sınanmalarını istemediğinden, kendi çizdiği yoldan farklı. Tiyatroya hevesli Selim’in tıp okumasını, Adile’nin ise eğer tiyatrocu olmayı çok arzu ediyorsa bu işin eğitimini almasını, bir başka deyişle toplumun okumuş, entelektüel ve elit kesimi için sahne almasını, istemesi onun endişelerine ayna tutuyor.



Komik-i Şehir Naşit Bey, dramatik bir üslubun hakim olduğu sosyal içerikli bir oyun olsa da içinde barındırdığı doğaçlamalar, komiklikler, dönemin yapısına uygun kanto ve müzikler ile seyirciyi arasına katan bir oyun. Oyunda beni en çok etkileyen sahne girizgahta Komik Abdi Efendi’nin molla kuşağını ve takkesini Naşit Bey’e devrettiği sahne oldu. Olacak O Kadar serisinden hatırladığımız Sinan Bengier’in gerçek bir usta olduğunu gösterircesine sergilediği performansa müzik ve ışıklar da eklenince dünyayla olan bağlantım kesildi. Sahnenin orta arka kısmına kurulan küçük sahnede ustanın bir rüya gibi belirip acı çeken, pes etmiş, Naşit’e nasihatlar dizmesi de oldukça görkemliydi.

Not1: Hastane bahçesindeki bankta Naşit Bey’e eşlik eden Neyzen Tevfik rolündeki oyuncumuz bizzat torun Naşit Özcan’dır:G
Not2: Neyzen Tevfik de ilerde yazacağım nevi şahsına münhasır bir meczuptur:G