1 Ekim 2016 Cumartesi

Yaşama Uğraşı

İtalya'nın her yıl edebiyat dalında verilen Strega Ödülü'nü kazandıktan birkaç hafta sonra bir otel odasında intihar eden yazar Cesare Pavese'nin günlüğünden:



"Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremeyen değil -bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur."








6 Ağustos 2016 Cumartesi

Doğum Günü

Lise yıllığında bütün arkadaşlarıma şiirler dizip büyük sükse yapan ben, ‘ölümüne kanka’, ‘kara kız’ ya da halk ağzındaki deyişimle ‘çingene’ olarak tabir ettiğim kıymetli dostuma neler yazdığımı hatırlamak ve hatırlatmak istedim; çünkü bugün kendisinin 25, dostluğumuzun 12.senesi. Kutlu olsun, mutlu olsun:G 




“Bir şiir yazsam her mısrada kafiyesi ‘ben ve sen’…
Hani bir şarkı söylesem, nakaratı dilimizden düşmeyen…
Dönüp baktığında arkana, gözlerini her kapadığında;
Geç yürüdüğümüz yollardan, seyret geçen senelerimizi
ve dinle hayal meyal hatırlayacağın sözlerimizi…

Beş para etmez sıkıntılarımızı,
Katıla katıla güldüğümüz saçmalıkları,
Hep arasın gözlerin; o içimizden fırlayan masum çocukları…
Anlatsın eskittiğimiz sıralar derdimizi
Gülümsediğimiz resimlere sor ne çok sevdiğimizi
Dayanabildi mi bize küslük,
Hiç yer edinebildi mi içimizde kötülük?
Canımız yanınca hayatı söven,
Bizden başkası değildi yine birbirine güç veren
Tükenmez kalemlerle yazdığımız büyük harfli hayaller
Ve keşkelerdi taşıdığımız, en ağır kitaplarla beraber
Savruldu hatalarımız en sert rüzgarlarla,
Soyuldu yaralarımız her sabahı anlamlandıran ‘günaydın’larla
Zorlu sınavlarla verdik korkulu rüyalarımızı
Gözyaşlarımız doldurdu yarım kalan cevaplarımızı
Ağladı oturduğumuz banklar, yaslandığımız ağaçlar kahrımızdan
Aslında yanımda olduğunu bilmekti beni her seferinde avutan

Bir şiir yazdım senle başlayıp benle biten
Kendi kendime mırıldandım şarkıları senin sesinden
Gözlerini araladığında, bir senaryo getir aklına
Seç konusunu konuştuklarımızdan,
devam et oynamaya yine ortaya koyarak yüreğini
Ve izle yaşadığımız filmin başrollerini..
Seni ve seni çok seven beni”
                                                                                       
                                                                                    Ocak 2009




20 Nisan 2016 Çarşamba

On İki Öfkeli Adam

-Suçlu diyenler?


Çoğunluğun aldığı bir karar her zaman doğru mudur? Gerçeğe ulaşmaya çalışan kimse yeterince sorgulamış, bütün olasılıkları hesaplayıp kafasındaki tüm soru işaretlerine cevap bulmuş ve yapbozun eksik parçalarını yerine oturtmuş mudur? Yoksa gerçek, düşünmediklerimiz, hesaba katmadıklarımız, içini deşip kurcalamadığımız şüphelerimizde mi saklıdır?


‘Şüphe değil kesinliktir insanı deli eden’ der Nietzsche. ‘On İki Öfkeli Adam’ da, sanığın suçlu olduğunun kabul gördüğü bir jüride karara muhalif duruş sergileyen bir jüri üyesinin ‘kesinlik’i sorgulayışını ve ‘adalet’in seyrinin nasıl bakışaçısına göre değiştiğini ele alır.

Yaşları, ideolojileri, sosyal statüleri ve kimlikleri farklı olan on iki jüri üyesi 19 yaşındaki cinayet zanlısının suçlu olup olmadığına karar vermek için bir masa etrafında toplanır. İlk oylamada sanığı suçlu addeden jüri, üyelerden birinin genç bir delikanlıyı elektrikli sandalyeye götürecek kararı yeterince tartışmadan almak istememesi üzerine yaşananları irdelemeye başlar. Mahkemeye suç aleti olarak sunulan bir bıçak, cinayeti gördüğünü ve duyduğunu iddaa eden tanıklar ve gencin suça eğilimi düşünüldüğünde acaba gözden kaçan detaylar ve delillerin dayanak noktalarındaki boşluklar jürinin önyargısını kırmaya yetecek midir?


Sidney Lumet’in 1957 yapımı ‘12 Angry Man’ sinema filminden uyarlanan oyun, aslına sadık kalınarak iyi performanslar eşliğinde sahneleniyor. Tabi sinema damarım ağır bastığından, üstelik çok sevdiğim bir film olmasından ötürü kıyaslama yapmam doğru olmasa da tek bir mekanda, kaotik bir durum ve diyaloglar üzerinden akan bir filmi gözlerimi kırpmadan izlediğim tek örnektir. Tiyatrosunu da aynı etkileyicilik olmasa da bir o kadar ilgiyle takip edebildiysem ilk defa izleyecek olanlar çok beğenecek diye umuyorum.


Oyunu benim açımdan önemli kılan diğer bir özelliği ise jüri üyelerinin karar verme mekanizmalarının yaşadıkları hayatlar ve taşıdıkları kimliklerle paralel bir şekilde işlenmesi. Böylece fikirleri ve algıları yaşam tarzı, karakteristik özellikleri ve tecrübeleriyle beslenen jüri üyeleri, ancak kendi zayıflıklarıyla veya hassas noktalarıyla yüzleştikten sonra önyargılarını bir kenara bırakıp yorum yapabiliyorlar. ‘Bir hiç olmak üzücüdür beyler. İnsanlar hep aranmak ister, dinlenmek ister, hayatta bir kez de olsa önemli olmak isterler.’ diyen yaşlı jüri üyesinin tanıkla kendini özdeşleştirmesinde olduğu gibi.

Oyunda bir kubbe gibi tasarlanan oda, merkezdeki saat ve gökyüzü teması başarılı; ancak kapı arkası görünmeyecek şekilde ya da sahne arkasında kalacak şekilde bir tasarım yapılsa oyunun atmosferine daha uygun olabilir. Işıklar keza vurguyu artırmak için, savunma ve kızgınlık anlarında, daha etkili kullanılabilir. Ayrıca oyun zaten çok akıcı ve bilmeyenler için merak uyandırıcı, illa bir yerlerine espri sıkıştırılmaya çalışılması gerekmiyor. Gülmesek de olur yani beyler, sessizliğimiz sizi korkutmasın:G Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum ve tiyatroseverlere gidip görmelerini tavsiye ediyorum.



Not: Çocuğun kesinlikle ‘suçsuz’ olduğuna inanmıyorum ama bence de ‘suçlu değil’:G



5 Mart 2016 Cumartesi

Hamlet

“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! Demesi mi?...”

Danimarka prensi Hamlet, babasının ölümü üzerine annesi Gertrude’un, amcası Claudius ile evlenmesini kabullenememekte, bu zamansız ve yakışıksız evlilik neticesinde kederlenmektedir. Bir gece vakti Kral Hamlet’in hayaleti oğluna görünür. Tahtına ve karısına sahip olan Claudius tarafından öldürüldüğünü söyleyerek oğlundan intikamını almasını ister. Gördüklerinden ve duyduklarından emin olamayan prens Hamlet ise onu melankoliye sürükleyen bu intikam ateşi ve vicdan muhasebesi ikilemi arasında kalarak kendi benliğine hapsolur.


Devlet Tiyatroları’nda farklı bir yorumla seyirciye sunulan Hamlet oyunu, karakterleri tek kişiye indirgenerek, Bülent Emin Yarar’ın tecrübeyle yoğrulmuş omuzlarına yüklenmiş. Sıkça ‘Profesyonel’ oyunundan hatırladığımız Yarar, karakterden karaktere yaptığı geçişlerle, gerek oyuncu gerekse anlatıcı olarak altından kalkılması çok zor bir işi başarmış. Bir başka deyişle, her tiyatrocunun yer almak isteyeceği bir Shakespeare oyunundaki tüm rolleri kapmış:G


Orjinal metnine sadık kalınarak, epik ve çokça dramatik bir üslupla işlenen oyun, yaşam ve ölüm üzerine barındırdığı monologların yanı sıra iyilik, kötülük, etik ve hatta güzellik kavramlarını sorguluyor. Hamlet’in onu intikam eylemini gerçekleştirmekten alıkoyan ‘kesinlik ihtiyacı’ oyunun temasını oluştururken, karakterle içselleşmemizi sağlayan diyaloglar onun aynı zamanda duygusal bir buhran içinde olduğuna işaret ediyor.

Bülent Emin Yarar, istiridye kabuğunu andıran sahneden adeta bir inci tanesi gibi parıldayarak çıkıyor. Dışı kırmızı içi siyah olan bu dekor, intikamın kanlı ateşine ve ölümün koyuluğuna bir gönderme olabilir. Öte yandan istiridye Eski Yunan’da evliliği sembolize etmek için kullanılıyormuş. Tabi ilgisi olmayabilir; çünkü dekoru mücevher kutusu olarak yorumlayanları da gördüm. Bunun dışında karakterlere eşlik etmesi için kılıç, taç, kitap, mendil gibi nesneler kullanılıyor. Sahneler arasındaki geçiş ise muazzam ışık efektleri ile yan flüt, marakas ve perküsyon barından (yanlış bilmiyorsam) oluşan canlı müzik ile sağlanıyor. Yarar’ın makyajı ve kostümü de oldukça başarılı.

Bilet bulması benim için 3 yıl süren bu oyunda sizlere tavsiyem, gitmeden önce ya Hamlet’in kitabını okuyun ya da oyunun canlandırmasını izleyin. Yoksa bu tek kişilik oyun anlamsız ve kopuk gelebilir, tat alamazsınız. Bir diğer uyarım da bilin ki oyun çok çok az güldürü öğesi içeriyor; ancak görsellik, oyunculuk ve oyunun şiirselliği oldukça etkileyici.   





Not: Oyun sırasında aklıma yıllar evvel bir ‘Critical Reading’ dersinde izlediğim ‘Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler’ filmi geldi.


Filmde, sevgili amca Claudius ile anne Gertrude, Hamlet’in melankolik ruh halini anlayıp çözümlesinler diye onun çocukluk arkadaşları Rosencratz ve Guildenstern’i getirtiyorlardı. Rosencrantz’ı Gary Oldman, Guildenstern’i de Tim Roth canlandırıyor. (Hem de Guildenstern’i Gary Oldman, Rosencrantz’ı Tim Roth canlandırıyor, izleyenler anlar:G) Bu ikili, paranın yazı-tura gelme olasılığını, yerçekimini vs absürd ve zekice yazılmış diyaloglarla ölçüp varoluşçuluğu ve kaderciliği sorguluyor. Kelime oyunuyla tenis maçı yapmak da postmodernlikte zirve olsa gerek, yeri gelmişken kutluyorum:G  





18 Şubat 2016 Perşembe

Gutenberg Museum

Johannes Gutenberg denilince birçok kişinin aklı lise yıllarındaki tarih derslerine gider herhalde. Çoğunuz bu ismi ‘matbaa’yla ilişkilendirerek hatırlarsınız. Matbaa’yı mı bulmuştu diye soracak olanlar için de söyleyeyim Gutenberg doğmadan yüzyıllar önce Uzakdoğu’da Çinliler matbaa kullanmaya başlamış bile. Gutenberg ise 1450 yılında hareketli parçalar ile basım tekniğini Avrupa’ya getirip modern matbaacılığın başlamasına vesile olmuş. Daha sonradan ‘tipo baskı’ adı verilen bu yöntemle Gutenberg, metal alaşımlardan yaptığı harfleri düzenleyerek baskı yüzeyi oluşturmuş ve bu yüzeyi silindir yardımıyla mürekkeplendirerek kağıda bastırmış.

Basım çalışmalarını finanse etsin diye Johann Fust’la ortaklık kuran Gutenberg, ilk kitap baskısını, ‘Kırk İki Satırlı Kutsal Kitap’ olarak bilinen Latince eser, 1455’te tamamlamış.


Yolu bu Alman mucidin memleketi olan Mainz’e düşenler için Gutenberg Müzesi’nde tarih boyunca kullanılan baskı aletleri, makinaları ve basılan eserlerin örnekleri mevcut. Müzenin en alt katında ise Gutenberg’in basım tekniği konuşmaya meraklı tonton bir amca tarafından canlandırılarak anlatılıyor.

O tonton amca da kendisine sahnede yardım etsin diye izleyicilerden birini yanına çağırıyor. Bu sefer, Almanca bilmeyen tek kişi bendim diye mi artık nedense, piyango bana vurdu. Sonuç itibariyle ‘Gutenberg Kutsal Kitabı’ndan bir sayfa basmış oldum, adam da sarıp bana hediye etti.  Teşekkür ederken iki güne kurur açarsın demişti. Bavulumda 3-4 haftadır ordan oraya sürüklenen ruloyu bugün açabildim sonunda:G