1908 yılında
Jack London tarafından kaleme alınan Demir Ökçe, modern distopya örneklerinin
ilklerinden sayılmakla birlikte, George Orwell’in 1984’üne de esin kaynağı
olmuş klasik bir eserdir. Despotizme karşı sosyalizmi öznel bir bakış açısıyla
işleyen London, Orwell’ın negatif ütopyasından kısmen daha pozitif
sayılabilecek bu hayal ürününde, yaptığı açıklamalar, tanımlar ve dipnotlarla
didaktik bir yazım ortaya koymuştur.
Amerika
Birleşik Devletleri’ne tırnağını geçirmiş olan Oligarşi illeti, namıdiğer Demir
Ökçe, ismindeki demir elementinin de kafalarda canlandırdığı üzere, baskı ve
şiddet yoluyla proleter sınıfın üzerine basıp geçmiştir. Böylece birbirini
tamamlayan emek-sermaye ikilisi çıkar ortaklığını terk ederek ezilen-ezen
konumuna sürüklenmiştir. Öyle ki, London’ın Uçurum İnsanları olarak tanımladığı
ezilen sınıflar Demir Ökçe’ye karşı ortak bir mücadeleye çağrılmış, örgütlenmiş
emek kapitalist devletin içine sızarak ajanlarını yerleştirmiş ve bir isyan
başlatmıştır.
Demir
Ökçe-Uçurum İnsanları mücadelesi, Avis Everhard’ün bir meşe ağacının kovuğuna
saklayarak 27.yy’a ulaşmasını sağladığı el yazmaları üzerinden anlatılır.
Babası ünlü bir fizik profesörü olan Avis, burjuva kültürüyle büyümüş metafizik
inançları olan 24 yaşında bir kızdır. Sonradan eşi olan Ernest ise, zekası,
cesur yürekliliği ve ileri görüşlülüğü ile kendisine hayranlık uyandıran bir
devrimcidir. Kitapta Oligarşiye karşı sosyalizmin eninde sonunda kazanacağı
rivayet edilen düzen, Avis’in burjuva hayatını terk ederek Ernest’in başını
çektiği siyasi harekete katılmasıyla paralel şekilde tasarlanmış ancak farklı
sonlanmıştır.
‘Nüfusun
sadece yüzde 0.9’u olmasına rağmen toplam servetin yüzde yetmişini elinde
bulunduran Oligarşi’ iktidarın sahibidir ve London’a göre bir Illimunati
heyetinin sigara dumanı dolu karanlık bir odada oturup sinsice her şeyi perde
arkasından yönetmesine gerek yoktur. Yani Oligarşi’nin toplum üzerindeki
kontrolü ve gücü yadsınamayacak bir boyuta ulaşmış, onu adeta ‘organik bir
oluşum’ haline getirmiştir.
London,
kapitalist sistemin çöküşünü Marx’ın ‘artı değer teorisi’ne, gerekli olandan
fazlasının üretilmesi, dayandırarak açıklıyor ve Marx’ın “Kapitalist mülkiyetin
cenaze çanları çalıyor. Bir zamanlar başkalarını mülksüzleştirenler, şimdi
kendileri mülksüzleştiriliyor” söylemiyle sınıf ve kast sistemi üzerine
kurulmuş düzenlerin çöküşlerini sağlayacak tohumları kendi içinde
barındırdığını ifade ediyor.
Kitapta
faşist devlet yapılanması ile ekonomik ve siyasi ilişkilerin aldığı boyutu
görmek mümkün. Ayrıca Demir Ökçe’nin devlete ters düşen söylemlerde ve
tavırlarda bulunanları nasıl çiğnediği Piskopos Morehouse’un saygın bir
kiliseden atılıp akıl hastanesine kapatılmasına kadar uzanan macerasıyla çok güzel örneklendiriliyor. Kitabın ilk bölümünde, ki benim de en çok zevk
alarak okuduğum bölümdür, metafizikçi ile bilim adamı arasında yapılan
kıyaslamalar da takdire şayan.
Not1: Ernest’in
dediği gibi iş baruta gelince, kimyasal karışımlar mekanik karışımlardan daha
iyidir, inanın bana Kimya mühendisi kimliğimle söylemiyorum:G
Not2:İlk 150
sayfanın okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum, sonraki 150’yi ise isteyen
okusun istemeyen okumasın banane:G
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder