Uzun
zamandır yazmak istediğim ama işten güçten konsantre olamadığım için erteleyip
durduğum Neyzen Tevfik’i kaleme almanın heyecanı içindeyim. Öyledir ya bazen
birileri zekasıyla, orjinalliğiyle ya da nüktedanlığıyla insanda tanıma ve keşfetme
hissi uyandırır. Neyzen Tevfik de benim için onlardan biri…
1879’da
daha Osmanlı İmpartorluğu topraklarında bulunan Muğla’da doğar Neyzen Tevfik. Bodrum’da
geçirdiği çocukluk yılları sırasında bir kahvehanede dervişlerin üflediği ney’e
kulak kesilir ve kendi de ney üflemek arzusunu ilk orada hisseder. Ancak babasına
dile getirdiği bu arzu Tevfik’in okul hayatını olumsuz etkileyeceği
düşüncesiyle pek hoş karşılanmaz. Ta ki Urla’ya taşınıp bir berberde tekrar ney
sesini duyana kadar Tevfik kendi yaptığı düdükleri çalar etrafına toplanan
çocuklara… Ney’le olan yolculuğu ise onun
ilgisini fark eden berber Kazım Efendi’nin verdiği derslerle başlar. Öte yandan
o sıralar Neyzen’in sara nöbetleri baş gösterir ve ailesi onun iyileşmesi için hem
doktorlara hem hocalara başvurur, türbe ziyaretlerine kadar vardırırlar işi. Oysa
Neyzen’in yaşadığı rahatsızlığın temeli henüz yedi yaşındayken kent çarşısında
gördüğü vahşetle atılmıştır. Unutamadığı o gün, Muğlalı Kel Mülazım Ağa
müfrezesi yakaladığı eşkıyaların kafasını keserek sırıkların ucunda sallandırmıştır. Yıllar sonra Neyzen hafızasına kazınmış bu dehşet
verici an için şöyle der: “Çocuk ruhumda müthiş bir kasırga kopmuştu. Dinmeyen
titremeler içinde eve geldim. Annem bana türlü ilaçlar verdi. Ama olan olmuştu.
Bilincimin bir burcu göçmüş, akıl tahtalarımdan biri o gün fırlamıştı. Ben o
tahtayı bir daha yerine oturtamadım.”
Geçirdiği
sara nöbetleri sonucu okulu bırakmak zorunda kalan Neyzen’i sonunda İstanbul’da
Pepo isimli bir doktora götürürler. Bay Pepo, Neyzen’in daha fazla üstüne
gidilmemesi ve en çok zevk aldığı şeyleri yapmasına izin verilmesi gerektiğini
söyleyince ailesi artık ona karışmayı bırakır. Özgürce ney’ini üfleyen Tevfik,
biraz olsun rahatlamış ve huzura kavuşmuş olur. Ney üfleme tutkusunun yanı sıra
Tevfik’in şiire de pek merakı vardır. İzmir Mevlevihanesi’nde geçirdiği zaman
boyunca Şair Eşref’ten hiciv sanatını öğrenir ve ilk şiirini 1898’de Muktebes
dergisinde yayımlatır.
On dokuz yaşındayken ise babası onu İstanbul’daki Fethiye Medresesi’ne gönderir; ancak Neyzen vaktinin çoğunu Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçirir ve medreseye uyum sağlayamadığı için kısa sürede atılır. Mevlevihanede kaldığı süreçte tanıştığı birçok değerli sanatçı sayesinde kendini geliştirme fırsatı bulur. Bunlardan biri sayılan Mehmet Akif Ersoy’dan ney öğretmesi karşılığında Fransızca, Arapça ve Farsça dersleri alır. Hafız Aşir Bey’le bir plak doldurma girişiminde bulunur ancak kayıt sırasında çok içkili olduğu için plak başarılı olmaz.
Aşk
meşk içinde geçirdiği günlerin ardından gerek meyhanelerdeki içki toplantıları,
gerekse de yaptığı taşlamalar sebebiyle Abdülhamid istibdadının gözüne batmaya
başlayan Neyzen, birkaç kez de nezarete atılmasıyla birlikte kendini huzursuz
ve baskı altında hisseder. Çareyi Mısır’a gidip yeniden özgürlüğüne kavuşmakta arar.
Mısır’da yine içkiye kendini kaptırıp parasız ve aç kaldığı bir gün sokakta bir
köpekle karşılaşır. Öyle acıkmıştır ki köpeğin dişlediği somun ekmeği kapıp
karnını doyurmaya çalışır. Yine de ekmeğin yarısını kıyamadığı için aç köpeğe
geri verir. Böylece ona Mısır’da eşlik edecek dostu da edinmiş olur.
Neyzen
Tevfik ekmeğini paylaşarak kazandığı yeni dostuna Çakaralmaz ismini takar.
Mısır’da yokluk çektiği günlerden birinde Çakaralmaz’ı 10 liraya satarak günü
kurtarır. Evine döndüğünde ise kapıda köpeği onu beklerken bulur. Bunun üzerine
Neyzen her parasız kaldığında Çakaralmaz’ı satıp hayatını bir süre daha idame
ettirme kurnazlığına başvurur ve alıcılara yakalanmamak için sık sık mahalle
değiştirir. Nasıl olsa sadık köpeği ona her seferinde geri dönmektedir. Mısır’dan
İstanbul’a döneceği zaman ise Çakaralmaz’ı son kez vapur bileti alabilmek uğruna
satar (hem de 25 liraya). O son seferde de Çakaralmaz soluğu Tevfik’in yanında
alır ancak bu kez alıcı adamın karısı köpeği istemediği için Tevfik ne
yapacağını bilemez. Sonunda kader arkadaşını tekkeye götürüp Şeyh Efendi’ye emanet eder.
Neyzen
Tevfik’in İstanbul’a döndükten sonra yedi uyurlar mitinde (Ashab-ı Kehf) geçen
Mernuş ismini taktığı bir köpeği olduğundan da bahsedilir (bazı kaynaklar
Mısır’daki köpeğini Mernuş olarak rivayet etmiştir ve onunla İstanbul’a döndüğünü
iddia etmiştir). Hangisi doğru olursa olsun kanımca çıkarılacak ortak sonuç
Tevfik’in hayvan sevgisi olmalıdır. Ölene kadar onunla yoldaşlık eden Mernuş
için yazdığı şiir, öldüğünde onun için hüngür hüngür ağlaması ve Mernuş’a
cenaze merasimi düzenlemesi onun koca yüreğinden kopup gelen sevginin bir göstergesi değildir de nedir…
Muhittin
Kutbay şöyle demiştir: “Neyzen’in bu Mernuş’a yaptığı (cenaze töreni) de
meşhurdur. Ölen köpeğini ipek gömleğine sararak kucağına almış, doktorlardan
bazıları ile beraber hastanede ne kadar akıllı deliler varsa bir alayı vâlâ ile
Neyzen’in peşine düşerek Mernuş’u götürüp mezarlığın dışında bir kenara
gömmüşler. Üstadın o gün çocuk gibi hüngür hüngür ağladığını ve günlerce de
yüzünün gülmediğini bu merasimde bulunanlardan bizzat dinlemiştim. Hayvan
sevenlerin merhametli olduğunu en evvel bana bizzat kendisi ispat etmişti.”
“Bağlanmıştım
bütün kalbimle sana,
Şu
fani cihanı okuttun bana…
Sen
göçtükten sonra ben yan yana,
Hicranla
gözyaşı dökerim Mernuş”
Not1: Neyzen’in hayatı yazmakla bitmez o yüzden iki bölüm halinde yüklemeye karar verdim.
Not2:
Hayat artık eve sığmıyor be Nietzsche:G
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder