Alman sanatçı Julian Rosefeldt’in
video enstalasyonu olarak beğeni toplayan çalışmasını uzun metraja taşıdığı Manifesto, sanatın farklı dallarından
tarih ve siyasete kadar uzanan 12 farklı bildirinin düşünsel olarak ayrı ama
birlikte hüküm sürdüğü bir sanat eseri. Filmde harmanlanan her bir akımı,
tümünü Cate Blanchett’ın canlandırdığı karakterlerin ağzından monolog metinler halinde
aktaran Rosefeldt, adeta kendi ‘avant-garde’ manifestosu ile izleyicilerin
karşısında.
Komünizm, dada, fütürizm, dogma 95,
sürrealizm, minimalizm gibi akımlardan beslenen Manifesto, belli bir hikayeye veya olay örgüsüne dayanmayan, her
parçanın kendi içinde anlamlı olduğu entelektüel bir donanıma sahip. Filmin
inandırıcılıktan ve bütünlükten uzaklaşmasını engelleyen en büyük unsur Cate
Blanchett’ın takdire şayan performansı ve karakter tiplemelerinin
yaratılmasında sergilenen ustalık. Rosefeldt’in Berlin’de keşfettiği değişik
mekanlara uygun yerleştirme sanatını kullanarak mekandan mekana geçişi tek
nokta perspektifiyle sunması da yadsınamayacak bir önem arz ediyor.
Filmde kullanılan tik-tak temelli
müzik ve otoriter dış ses ile o manifestonun yaratmak istediği toplumsal
hareket, yani sesini duyurma ve bir oluşu başlatma niyeti, güçleniyor.
Yönetmenin çoğunlukla kullandığı tanrısal (ilahi) bakış açısı ve karakterin
kameraya dönük konuşması da yine seyirciyle kurulan temasta etki altına alma ve
kontrolün kimde olduğunu hatırlatma gayesi güdüyor.
Filmde işlenen manifestoların
içeriği genel olarak sanatın ‘ne’ ve ‘ne için’ olduğu üzerine; ancak Rosefeldt
filmin sanata yaklaşımında kesin bir tutumda bulunmaktan veya taraf olmaktan
kaçınarak hem birbirini destekleyen hem de çürüten manifestoları izleyiciyle
buluşturuyor. Cate Blanchett’ın muhafazakar bir anne olarak yemek masasında eşi
ve çocuklarıyla ressam Claes Oldenburg’un ‘I am for Art’ manifestosunu şükür
duası olarak okuması, öte yandan bir haber spikeri olarak yağmur illüzyonu
eşliğinde sanatın sahte olduğunu vurgulaması örneğinde olduğu gibi filmin sanatın
lehinde ya da aleyhinde şekillendiğini söylemek mümkün olmuyor.
Filmin manifestoları ele alış biçiminde
dikkat çeken bir diğer nokta okunan metin ile okuyan özne ve mekan arasında
kurulan tezat. Aslında bir sinema akımı olan dogma 95 kanunlarının bir ilkokul öğretmeni
tarafından öğrencilerine dikte edilmesi, dadaizmin toplumsal hicivlerinin matemli
bir kadının cenaze merasimi sırasında toplanan kalabalığa karşı seslendirmesi,
kavramsal sanat ve minimalizmi yerin dibine sokanın bir haber muhabiri olması ya
da Komünist Manifesto’yu bir evsizin boş fabrikalar arasında okuması Manifesto’nun yarattığı kontrasta ışık tutuyor.
Filmin sonlarına doğru, Rosefeldt
sinemacı Jim Jarmusch’un ‘Nothing is original’ söyleminden yola çıkarak sanatta
orijinalliğin zaten yok olduğunu ancak kişinin ruhuna hitap eden bir şeyi çalmasının
hırsızlığı meşrulaştıracağını vurguluyor. Senaryoda kullanılan 12 manifestonun
aslında birer kopya olmasına rağmen Rosefeldt’in kullandığı çarpıcı sinematografi
ve karakter dönüşümleri ile özgünlüğü yakalaması da bunun en açık örneği; çünkü
Godard’ın dediği gibi “Nereden aldığınız değil, nereye taşıdığınız önemlidir.”
Sinefil' Eylül-Kasım 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder