Sabahattin Ali’nin ölümsüz eseri ‘Kürk Mantolu Madonna’
yayımlanmasının üzerinden 70 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra tiyatro
sahnesinde yerini buldu. Oyuna giderken kafamda yer alan iki büyük önyargıyı da,
ki bunlardan biri kendi içinde yani çoğunlukla düşün dünyasında geçen bir
hikayenin nasıl sadece diyaloglar üzerinden aktarılacağı, diğeri ise Maria
Puder gibi güçlü bir karakteri Tuba Ünsal’ın nasıl canlandıracağı, yıkmayı
başardı.
Raif Efendi, Anadolu işgal altındayken babası tarafından bir
sabun fabrikasında zanaat öğrenmesi niyetiyle Berlin’e gönderilir. Oldukça naif
ve içine kapanık biri olan Raif, entelektüel merakının peşine takılarak
fabrikadan ziyade sanat galerilerinde zaman geçirmeye başlar ve nihayetinde
gördüğü bir otoportreye platonik olarak aşık olur. Artık sık sık o galeriye giderek Kürk Mantolu
Madonna’ya benzettiği resmi seyretmektedir. Portrenin çizeri olan Maria Puder
ise Raif’in resmine olan ilgisini fark ettiğinde aralarında başlayacak olan aşkın
fitili ateşlenmiş olur. Ruhlarının eksik kalan yarısını birbirleriyle tamamlayan
Raif ve Maria’nın çıktığı bu baş döndürücü yolculuk Raif’in babasının ölümüyle
birlikte bir yol ayrımına girer. Mesafeler, imkansızlıklar ve hastalıklar
aşklarının önüne geçebilecek midir?
“Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilemez bir istemek!”
Aşkın hem saf hem de nasıl büyük bir tutku olduğunu,
yaşattığı mutluluğu ve aynı zamanda uğrattığı hayal kırıklığını anlatan Kürk
Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’nin müthiş başarılı duygusal çözümlemeleri ve
özgün hikayesiyle klasikler arasında yer almayı hak eden bir eser. Metin
Erksan’ın 1965 yılı yapımlı Sevmek Zamanı filminde de etkilerinin görüldüğünü
düşündüğüm bu eserin, halk edebiyatında ve tasavvufi inançta geçen ‘surete aşık
olmak’ olgusuna yaslandığı söylenebilir. Çokça nerden geldiği ve neyi temsil
ettiği karıştırılan Kürk Mantolu Madonna ise Raif Efendi’nin aşık olduğu
portreyi benzettiği ‘Madonna delle Arpie’ tablosundaki Madonna’dan geliyor.
Rönesans döneminde güzellik ve saflığın sembolü sayılan Madonna, o dönemde
çizilen birçok resme de ilham kaynağı olmuştur. 1517’de Andrea del Sarto
tarafından yapılan ‘Madonna delle Arpie’ halen Floransa Uffizi Galerisi’nde
sergileniyor.
"Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan bu
kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu?"
Raif, kendi hayatının kontrolünü eline alamayan, arzu
ettiğinin aksine başkalarının onun için uygun gördüğü hayatı yaşayan bir adam.
Hayattaki tek gerçeği, ya da kendi iradesiyle elde ettiği tek şey Maria’ya
karşı hissettiği tutku ve onunla geçirdiği zaman. Bu yüzden yaşadığı hayal
kırıklığı da tüm dünyaya küsmesine sebep olabilecek kadar güçlü; çünkü Maria onun
gözünde tek bir figür ya da kimse değil, tüm insanlığın yek vücut olmuş hali.
Maria’nın ondan vazgeçmesi, tüm insanlığa duyduğu güvenin kırılması demek, ki
bu karakterin topluma yabancılaştığı, kendi içine döndüğü hayat evresinin en
açık göstergesi. Ali’nin tabiriyle ise hayal kırıklığının en şiddetlisini yaşamış
olan Raif için artık hakiki hayat ‘can sıkıcı bir rüya’dan ibaret.
“Göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım…
Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir…”
Engin Alkan’ın yönetmenliği, Sezen Aksu’nun müzikleri ve
başını Menderes Samancılar’ın çektiği oyuncu kadrosu eşliğinde modern bir
uyarlamayla sahnelenen oyun, görsel ve işitsel öğeleriyle de seyirciyi kavrıyor.
Anlatılan temaya ve karakterlerin ruh hallerine uygun olarak yansıtılan
video-art’lar ve çarpıcı kitap alıntıları oyunun dijital altyapısını
güçlendiriyor. Son yıllarda birçok tiyatro sahnesinde gördüğüm ve memnun
kaldığım sinema yansımasının yanı sıra Kürk Mantolu Madonna, koku entegrasyonu
yapılan ilk oyun olma özelliğini de taşıyor. MG International Fragrance Company’nin
tasarladığı bu kokularda Maria Puder ‘tatlı baharat’, Raif Efendi ‘sabun’ ve
aralarındaki aşk ‘botanik bahçe’ ile temsil ediliyor.
"Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını
henüz idrak etmemiştim."
Sabahattin Ali’nin romanlarında sık rastlanılan ‘iç
ses’ler ise her bir karakterin kendi ağzından dışa vurulduğu için diyalogların tek
başına yaratacağına inandığım sığ etkiden oyun kurtarılıyor. Sercan Badur’un
ağırlıkla üstlendiği dış ses ve oyuncular arasındaki paslaşmanın da başarılı ancak
yer yer yorucu olduğunu söyleyebilirim. Kürk Mantolu Madonna portresinin ise
daha ustaca resmedilmesini, özellikle suratta daha anlamlı ve keskin bir ifade
olmasını ve kürkün çehreyi sarmalamasını, beklerdim. Çünkü Maria, Raif’in
aksine daha dominant ve maskülen bir kadın olarak tasvir ediliyor. Raif’in
onunla bir bütün olacağı hissine kapılması için aradaki ayrımı portreyi gördüğü
ilk andan itibaren anlaması ve seyirciyi bu etkileşime inandırması gerekirdi.
“İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve
katlanıyor."
Kişisel kanıma göre oyunun en etkileyici görsel öğesi
üzerine karlar yağan ağaçtı, ivmenin en çok yükseldiği an Raif’in yün çırparken
kendiyle yüzleşmesi ve en duygusal an da ağlamaklı ses tonuyla ölüm üzerine
yaptığı monologdu. Her şey bir yana, Kürk Mantolu Madonna bana çok önemli bir
şeyi hatırlattı. Sürekli aradığımız ama bulamadığımız o şeyi… Gerçekten seven,
fedakarlık yapan, zorluklara göğüs geren, aklı fikri kalbi ruhu o gerçekten
sevdiği kişide olan ‘insan’ı… Oysa artık yaşadığımız dünyada hiçbir şey gerçek
değil! Aşkınız da sevginiz de dostluğunuz da sahte bayım…