Geçen seneden beri yaklaşık on tane oyun
izledim ve içlerinde beni en çok keyiflendiren Ali Cüneyd Kılcıoğlu tarafından
yazılan İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı oldu. O yüzden yazarın şu sıralarda
şehir tiyatrolarında sahnelenmekte olan ikinci oyunu Komşum Hitler’e gitmem
kaçınılmazdı ve suratıma yiyeceğimi bildiğim dondurucu soğuk bile buna
engel olamadı. Acaba olsa mıydı?
Komşuluk ilişkilerinin tükenmeye yüz tuttuğu
günümüzde, Kılcıoğlu komşumuzu oturma odamıza kadar getirmiş ve ona kayıtsız
kalamayacağımız bir de sıfat yüklemiş: Adolf Hitler. Peki nereden geldi, zaten
yaşıyor muydu yoksa dirildi mi diyecek olursanız, cevap: Televizyondan çıktı.
Neden şaşırıyorsunuz ki, boğazımıza kadar teknolojiye batmışsak Hitler de
televizyondan çıkacak tabi başka nereden çıkacak.
Oyun, terfi alma umuduyla patronunu yemeğe
davet etmiş bir adamın eşiyle birlikte içinde bulunduğu endişeli ve gergin
bekleyişle açılır. ‘Küllerinden doğmuş Anka kuşunun yeşil kuyruğu’ konseptiyle
hazırlanmış bir sofra, şık kıyafetler ve yapmacık kahkahalar eşliğinde yenecek
bir akşam yemeği ile daha iyi bir pozisyona yükseleceğini arzu eden kahramanın
planları oturma odasından gelen acayip sesler ile bölünür. Olayların seyrini
değiştiren bu seslerin kaynağı televizyondaki ikinci dünya savaşı belgeselinden
fırlayıp çıkan Hitler’den başkası değildir.
Benim çıkarımlarıma göre, Hitler oyunda üç
şeyi sembolize etmekte. Birincisi adına ve namına yakıştığı üzere hanemizin
içine kadar nüfus etmiş olan ‘diktatörlük’ ki bu uzun süredir ülke olarak maruz
kaldığımız siyasi politikaya bir gönderme olarak kabul edilebilir. İkincisi
kadın karakterin hayalini kurup da sahip olamadığı hani ‘gözlerinin içine
bakan’, ‘onunla danslar eden’ ideal eş, ya da göz boyayan sistem, olarak
adlandırılabilir. Bir diğeri ise sosyal medyanın insanlar üzerinde
yaratmış olduğu baskının bir çeşit nesneleştirilmesi olarak karşımıza çıkar.
Oturma odasından gelen acayip sesler diye
tanımladığım kısımda İkinci dünya savaşı ve fil belgesellerinden alıntılar
yapılıyor. İkinci dünya savaşı belgeseli işin içinde Hitler olduğundan mantıklı
ama fil seslerinin ne manası var, absürtlük olsun diye mi, bilemiyorum.
Eleştireceğim bir diğer nokta ise kapı zilinin disko müziği vari bir şekilde
çalıyor olması çünkü o zil sesinden ziyade benim için acayip sesler
kategorisine giriyor. Bunların dışında oyunun finalinde anlatılmak istenen
mesajda bir oturmamışlık var; o artık hayatlarının kontrolünü kaybetmiş, yaşam
alanı iyice daralmış insan topluluğunun Hitler'in 'Ein Volk, ein Reich' sloganını anımsatırcasına aynı kıyafetlere bürünerek ‘tek tip’e dönüşmesi, önceden
yadırgadıkları durumu artık kanıksayıp adeta tadını çıkarıyor hale gelmeleri
daha gösterişli bir finalle sunulmalıydı.
Komşum Hitler, sosyal medya diktatörlüğünü
farklı bir bakış açısıyla irdeleyen, sahne tasarımıyla takdir edilmesi gereken,
amacı güldürüden öte bir oyun. Her ne kadar tam anlamıyla 'olmuş' diyemesem de
üzerinde düşünmekten keyif aldım ve 'postmodernizm'e yaklaşmamıza sevindim. Oyunun akışındaki eksiklikler giderildikten sonra
daha büyük bir kitlenin beğenisini kazanacağına inanıyorum.
Not: ‘-Benim ömrüm koşubandının
üzerinde geçti. Koşuyorum koşuyorum nereye koştuğumu bilmiyorum.
-Ama yine de koşuyorsun...’